16 Temmuz 2018 Pazartesi

It

When the great balance was reign,
'It' came from void,
Not aware of own existence.

When the voices were gone,
'It' started a yellow fire.
Not aware of own destructivity.

When the time was folding into itself,
'It' repeated every step of the light around it.
Not aware of own consciousness.

When the sparkle of hope was in the air,
'It' ripped out all blue in the world.
Not aware of itself.

When the Earth was collapsing into itself,
'It' turned its face to mirrors.
Not aware of me.


24 Mayıs 2018 Perşembe

Haunted

In the middle of darkness,
There will be always 'it'.
In your top of deepest dream,
It will haunt you.
It will haunt you until reach your every warm cracks under your skin.
Until rot your veins to make you breathless.
There will be a salvation too.
A salvation which crush you to ground with all of prices.
Are you willing to pay the prices?

31 Ocak 2018 Çarşamba

Let it be!

When the time is nigh, 
When the light is pale,
When the doubt is near,
When the fear is high,

Our starvation of death roots in the darkness.

Then, let it be.
Let the all darkness fills with black.

10 Ağustos 2012 Cuma

Gece


Gece özgürlük. Gece yaşam. Gece yalnızlık. Gece ıstırap. Gece sonsuzluk. Gece huzur. Gece umut. Gece keder…
Doğup, gözlerimi açıp geceye ilk baktığımdan beri, aşığım ben geceye. Aslında ona olan aşkım: ana karnındayken plasenta içindeki karanlıktan geliyor. Yıldızlar birer hücre, Ay ise annemin kalp atışları.
Geceyle birbirimizi çok uzun süredir tanıyoruz aslında. Korkularımı, mutluluğumu, kederimi hep o gördü. En dibe batmış yalnızlığımda o beni sardı, korudu.
Bir şey beni geceye çekiyor; evimin balkonundan bakarken uzaklara ellerimi sallıyorum, ileriye en ileriye doğru yakalayabilmek umuduyla.
Gündüzler geçmek bilmiyor onun hasretiyle, onu görme isteğiyle.
Hava. Hava benim geceyle olan tek iletişim aracım. Hava bir gece, gece bir hava.  Rüzgârın tenime tatlı tatlı dokunuşu, bazen sertçe esmesi aslında gecenin benimle konuşma şekli, benimse onu hissetme şeklim.
Gece neden böylesine büyük, sonsuz, paylaşılabilir. Herkes onu görebiliyor benim gibi ama biliyorum ben onun için özelim. Kıskanıyorum ara ara.
Kışları seviyorum ben. Geceler daha uzun, onunla olma zamanım daha uzun, havayı onu hissederek ciğerlerime çekme sayım daha fazla.
Şimdi en yüksek ülkenin, en yüksek dağının, en yüksek binasının, en yüksek tepesinde geceyi avuçluyorum, birazdan onunla sevişeceğim, her yerimde hissedeceğim onu.
Ve en yüksek ülkenin, en yüksek dağının, en yüksek binasının, en yüksek tepesinden kendimi aşağıya bırakıyorum gecenin kollarına, her yerimi sarıp sarmalıyor. Artık o benim, ben onunum.
Bana göre uzun, saniyelere göre kısa olan sevişmemizden sonra yere çarpıyorum. Benliğim bedenimden çıkıyor ama etrafta bir sonsuzluk var, bir yalnızlık, bir özgürlük. Bu… Bu gece olmalı.

10 Haziran 2012 Pazar

Ölebil -mek


                Hikayelerde anlatılan bir gezegen vardı; tanrının tanrılığını dahi göstermediği, yitirilmişliğin içinde, kara deliğin ortasında...Öyle varlıklar varmış ki orada, onlara bakanın delirdiği söylenirdi. Nedenini bilmiyorum çünkü hepsi deliydi, anlatılanlara kim kulak asardı ki.
                Bir gün birini öyle çok sevdim ki; kulağım, gözüm, derim, burnum, dilim o olmuştu. Mutluydum da bundan onun algıladığı şekilde algılıyordum dünyayı.Damarlarımda o vardı, içimdeki ışığı saran oydu fakat yine bir gün zehirlendik.Damarlarımdaki kan aside dönüştü, gittiği her organımı yavaş yavaş eritir oldu.Gözlerimden göz yaşı dahi akamadı, ses tellerim birbirine dolandı kelimeler çıkamadı, derim kemiklerime yapıştı ama beynim sapa sağlamdı.Kaleye sığınan askerler gibi zehirde beynimin içine saklandı ve acılar çektirdi bana çünkü böyle orada kalmaya devam edebilirdi.Bana olmayan şeyler gösterdi, duyulmamış şeyler fısıldadı, artık tahammül edemiyordum.Sertleşmiş tırnaklarım ile kafa derimi yoluyordum ama her kanayıp kopan derinin altından yeni bir deri çıkıyordu.Bağıramıyordum, ağlayamıyordum, engel olamıyordum, iradem yavaş yavaş elimden alınıyordu.
                Beynimi ezmek istiyordum, suyunu çıkarmak, süngeri sıkar gibi içindeki zehri akıtmak istiyordum.İrademden kalan son kırıntılarla kafamı iki kalın, demir duvarın arasına sıkıştırdım ve elimle düğmeye bastım.İki duvar birbirini seven iki aşık gibi birbirlerine yaklaşmaya başladılar.Yavaş yavaş kafatasım sıkışmaya başladı ve yavaş yavaş çatırdamaya.Her çatırtıyı duyabiliyordum, zehir içimde acı çekiyordu, beynimin kıvrımları arasında sıkışıyordu, yoğunlaşıyordu.Ve son büyük bir çatırtı ile kafatasım karpuz gibi çatladı, beynim preslendi ve zehir vıcık vıcık yere aktı, buharlaştı.O an bir göz yaşı çıktı gözlerimden, nöbet geçirir gibi kafası olmayan bedenim ileri geri gidiyordu.Vücudum ağlıyordu, tüm gözeneklerimden kan akıyordu çünkü iradem bana gelmişti.Sonra bir baktım etrafıma hikayelerde anlatılan yerdeyim.Ölümden de ağır tam bir araftı burası.Ne ölüydüm ne yaşayan ama burada tek bir isteğim vardı o da ölebilmek.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

God's Light is OFF

         Ağzımda, herkesin küçükken deneyim sahibi olduğu bir pas tadı var.Peki ama neyin pası ki bu; korkunun, heyecanın, kanın, stresin, endişenin, demirin. Hiç bir fikrim yok neyin olduğuna dair. Garip yumru var gibi sanki ağzımın içine, o tadı salgılayarak farklı şeyler hissetmemi sağlıyordur, bilemem. Acaba bazen korkularımdan heyecan duyup haz almamın sebebi bu mu ki? Hangi insan bile bile, isteyerek korktuğu şeyi tekrar yaşamak ister ki?
         Karanlıktan korkuyorum; karanlıktayken hiç bir şeyi doğru düzgün göremezken, hava yoğunlaşıyor sanki bir katı madde gibi içime içime giriyor.Damarlarımı şişiriyor, dışarı çıkmak istiyor.Tırnaklarım ile derimi yüzesim geliyor, ses tellerimden ses yerine baloncuklar çıkıyor, bağırıyorum ama beynimin içinde bağırıyorum, defalarca yankılanıyor, beynim şişiyor.Bir anda ışık yandığında ise o şişlik sönüyor, rahatlıyorum, kendime gülüyorum.İşte bu iniş çıkış aynı korkuyu tekrar yaşama isteğine götürüyor beni çünkü; yine ışık yanacak mı sorusunun cevabı paha biçilemez.
         Peki ya bir gün ışık yanmaktan vazgeçerse, ya ben karanlığa hapsolursam, çevremdeki renkleri duyamazsam, duyguları tadamazsam, sesleri göremezsem kısacası bütün duyularımı kaybedersem, varlığımdan şüphe etmez miyim? Beynim artık benim hapishanem olur çünkü; varlığından emin olduğum tek şey odur. Onun içinde yaşar, büyür, hayat kurar ve ölürüm defalarca.Olası tüm evrenleri yaşatırım beynimin içinde.Peki ya şu an bizde başka birinin beynindeysek, misal tanrının; ya onun olası evrenlerinden birini yaşıyorsak ve bu evren bittiğinde yeni bir evrende tekrar var olacaksak.O zaman tanrının ışığını "kim" söndürdü?

7 Haziran 2011 Salı

Boksijen

Bazen bir şey olur, bazen çok kötü bir şey olur, bazen farkında olmazsın, bazen yapmak bile istememişsindir, bazen susarsın, bazen sefilsindir; başıboş, yitik, yazanı belli olmayan öksüz bir kelime gibi. İşte tam bunlar olduktan sonra tavşan boku gibi olursun; üstüne basılan, pis kokulu, değersiz. Ama şunu öğrendim ki o boku yemek varmış.
Bazılarına o bok olmak yemekten daha kötü gelebilir ama bence hiç de öğle değil. Tavşan boku olmak iyidir demiyorum ama boksundur ya bir adın vardır, tanınırsın, bilinirsin. Fakat o boku yemekse; vücudunu sarsar, histeri krizine girersin, oksijenin ne olduğunu unutursun.

Peki, nasıl bu boku yersin? Bence her yiğidin harcı olmayan bir şey bu boku yemek. Öncelikle değer verdiğin, sevdiğin, beklide âşık olduğun, gözyaşlarınla karıştırınca ishale çevirebileceğin bir Tavşan Boku lazım. Onu öyle görmek, duymak beklide hissetmek bile yemeni tetikler.
İlk önce kokusunu ve sıcaklığını hissedersin. Gözleri yaşartan bir sıcaklık, kötü ama garipsediğin, belki tekrar koklama isteği uyandıracak bir koku. Sonra o yavaş yavaş ağzına girer hala sıcaktır. Genizinden, yemek boruna oradan da ‘şlap’ diye midene düşer. Ama o düşesiye kadar verdiği hasar kadar büyük bir hasar yoktur. İlk genizin yanar, ağzına asit tadı gelir tüm yeme isteğini yok eden. Bundan ciğerler de nasibini alır. Artık kanda oksijen değil boksijen taşınıyordur. Ciğerlerin yanar, alveollerinde sigaranın o kor kısmı varmış gibi. Ellerin, ayakların, organların içe çekilir, sönmekten olan bir yıldız gibi. Ruhun sığamaz artık o bedene; kapalı bir uyku tulumunun içinden çıkmaya çalışan bir insan gibi. Debelenir çünkü kalırsa acıdan şeklini kaybedeceğini bilir, dayanamayacağını bilir, kendini yitireceğini bilir. İşe tam bunlar olurken beyin; boksijen yüzünden kendine gelen tüm damarları tıkar, intihar eder. İntihar etmek boksijenin yaratacağı yıkımdan daha iyidir o an.
Dış kısmı biraz eriyerek mideye yayılan bok; HCl ile öyle bir tepkimeye girer ki adeta midede bir ‘Big Bang’ yaşanır, yeni bok türevleri çıkarak galaksiler oluşturur. Patlamanın etkisiyle bok öyle bir ivme kazanır ki bağırsakları jilet gibi düzleştirerek rektuma: dışarıya açılan beyaz ışığın olduğu yere pat diye gelir ama… Kalır orada, dışarı çıkamaz, kabız yapar. Aslında tek bir şey onu çıkarır o da; boku yemiş olmaya rağmen sevilme duygusu.

6 Mayıs 2011 Cuma

Yok Olan Renkler

Uyandım. Bir şehirde. Bir caddede. Bir evde. Bir yatakta. Ve yine aynı şey; tüm renkler gitmiş halde duruyor. Renkler… Ne kadarda güzel şeyler, anıları renklendirip beyni gökkuşağına çeviren. Yatağımdan kalktım ve direk caddeye attım kendimi. Uyandığımda olduğu gibi dışarıda da değişen bir şey yoktu. Dünya renksiz, gökyüzü karanlık, soğuk bir rüzgâr: yaklaşık 3 gün 4 saat 20 dakikadır bu böyleydi yani meteor düşeli.
Her gün meteorun düştüğü yere doğru yürüyordum sokaklar bomboş, evler bomboş. Yürüyordum fakat nedenini bilmiyordum sadece bir an önce meteora ulaşmayı diliyordum. Aniden arabanın arkasından üç tane çocuk çıktı, yüzleri yoktu: meteorla birlikte onlarda gitmişti anlaşılan.”Meteor ne tarafta?” diye sordum, elleri ile doğuyu gösterdiler.”Siz gittiniz mi hiç oraya; Nasıl, biliyor musunuz?”dedim, konuşamadılar ama kafamda ışık ve renk imgeleri canlandı. Doğru yoldaydım, biliyorum.
Yola devam ettim. Soğuk rüzgâr kıyafetlerimden içeri girip bütün bedenimi sarıyordu gitme dercesine. Direndim, gitmeliydim oraya kaybettiğim bir şeyler vardı. Boşluklar boşluklar, yosun tutmuş beynimdeki boşluklar. Hava hep karanlıktı zaman birbirine girmişti ne kadar yürüyordum bilmiyorum ama oda ne! Meteor, karşımdaydı bir kraterin içinde. Koşmaya başladım tüm gücümle kaslarım yırtılırcasına. Tam elli metrelik bir mesafe kalmıştı ki ileride kayanın arkasından bir adam fırladı: Beyaz tenli, siyah saçlı, kalbi büyük, aslında tanıdığım ama hiç tanımadığım. Al dercesine renkli taşlarla süslenmiş bir hançer uzattı sadece “Lazım olacak.”dedi ve hançeri bana verip, gitti. Bende koşmama devam ettim artık meteorun o demirimsi kokusunu duyabiliyordum. O tırtıklı yapısını ellerimde hissedebiliyordum. Fakat hiçbir şey olmamıştı. Avuçlarımı üstünde gezdirmeye devam ettim ve sivri bir kenar elimi kesti çıkan kan sanki hava ile temas etse paylayacakmış gibi anında meteorun içine çekildi. O zaman anladım neden bu hançere ihtiyacım olduğunu.
Kaldırdım hançeri ve kestim avucumu boydan boya kan bile fışkırırken meteora doğru yöneliyordu. Dayadım elimi meteorun tabanına emdi bütün kanımı içimdeki sevgiyi, mutluluğu. O, kanda kötülük bekliyordu fakat umduğu gibi olmadı. Zehirlendi her bir yanı, yavaş yavaş çatlamaya başladı merkeze doğru. Her çatlamayla bir ışık demeti fışkırdı gökyüzüne, artmaya başladı zamanla. Meteor çatlayıp kuma dönüştü fakat bende yere yığıldım. İçimdeki sevgi aktı, ışığı besledi renk renk ışıklar patlıyordu etrafta. Sonra gördüğüm o üç çocuk geldi etrafıma artık birer yüzleri vardı. Teşekkür edercesine şarkılar söylüyor, üzerime çiçekler atıyorlardı ve bende yavaş yavaş ölüyordum, mutlulukla.